Eğitim Ailede Başlar…
Çevremizdeki gönül dostu eğitimcilerimiz ile ebeveyn olmanın kaçınılmazlığını yaşayan anne-baba ve büyüklerimiz ile aydınlanmak, (hatalı düşünebilir miyim?) kaygımızla, soruna cevap arama amaçlı sohbetler ettim… Bu sohbetlerimizde çoklarına “Eğitim Niçin Var?” , “Biz Eğitimden Ne Bekliyoruz?” Sorularını yönelttim. Bu sohbetlerimde, beklentimi karşılayacak, beni aydınlatacak noktada cevaplar alabildiğimi söyleyemiyorum.
Bu yazımıza girişte ifade ettiğim; “Eğitim Niçin Var?” bu soruyu birkaç başlık altında ele alarak, büyük fotoğrafa dönük düşüncelerimizi paylaşmak istemiştim. Slogandan uzak, mevcut durumun tespitinden hareketle, süreç içerisinde nefsin de sorgulandığı, yaşadığımız ailede başlayan, dışa doğru açılan, kurumsal gerçeklerin de normalin üzerinde etkilediği sosyal çevrede yaşanan hataların sebep ve sonuçlarını da ele almak istemiştim...
Bir önceki yazımıza; eğitimin tanımıyla başlarken, Perkins, “Öğrenenin etkin rol aldığı yapılandırmacı öğrenmede sadece okumak ve dinlemek yerine; tartışma, fikirleri savunma, hipotez kurma, sorgulama ve fikirleri paylaşma gibi sürece etkin katılım yoluyla öğrenme gerçekleştirilir. Öğrenenler, bilgiyi olduğu gibi kabul etmez, bilgiyi oluşturur ya da tekrar keşfederler (Perkins, 1999, s.370), tespitine dikkat çekmek istemiş, kişi zihinsel işleyişinde algıladığı bilgileri ancak bu şekilde süzgeçten geçirdiğinde öğrenebilir ve deneyimselleştirebileceğine işaret etmiştim.
“Eğitimin amacı, karakter formasyonu olduğuna göre, en iyi okul, karakter geliştiren okuldur. Karakter ise, yalnızca etkinlik yoluyla gelişir.” Der. (Varış ve arkadaşları, 1991:167) derken, eğitimin amacı, bilgi ve beceriyle donatılmış, sağlam ve iyi karakterli bireyler yetiştirmektir, denilir ki; bunun alt yapısını oluşturan aileden sonraki tüzel yapılanmasıyla dikkat çeken kurumların başında da okul geldiğine dikkat çekerken, Eğitimde kalıcı başarı için, bu süreçte bizi biz kılan değerler ile temayüz eden bir neslin inşasında ön şart olması hasebiyle, öncelikli olarak AİLE ele alınmadır diyerek, bir sonraki yazımıza kapı aralamıştım.
Bu süreçte, biz bize samimi bir öz değerlendirme yaparsak;
Gece-gündüz demeden çalışıyor, didiniyor, para kazıyoruz. Neden? Yarın kaygımız nedeniyle değil mi? Yarın için çalışma ve gayretimizin odağında ne var? “Çocuklarımız” değil mi?
Onlar, bizim her şeyimiz, yaşama amacımız, geleceğimiz, yarınlarımızdır. Yarınları kazanmak kolay değildir. Emek ister, uykusuz geceler, sınırsız bir özveri ister, her ana babanın yaşadığı gibi…
Okula başlayıncaya kadar sınırsız ve sorgulamaksızın yakınmadan, severek katlandığımız her tür fedakârlığı okul hayatı boyunca ve sonrasında neden sürdüremeyiz?
Ağır bir mesuliyettir çocuk yetiştirmek. Çocuklarımızın karnını doyurmak, onu giydirmek, onu gezdirmek, her istediğini karşılamak dün belki yetiyordu, ama bugün yetmiyor, yarın da yetmeyecek...
Çünkü şartlar çok değişti, dün yaşanmayan riskler, aklımıza gelmeyen tehlikeler yanı başımızda… Fark etmediğimiz sorunlarla iç içeyiz…
Okula başlayan çocuklarımıza ne kadar zaman ayırıyoruz?
Zaman ayırmak yeter mi? Çocuklarımıza yönelen tehlikelerin farkında olmadan, bu tehlikelerle ilgili bilgili ve bilinçli olmadan ayrılan zaman bir fayda sağlar mı?
Ne kadar farkındayız bilinmez ama çocuklarımız yanında biz yetişkinler de bağımlılık girdabında çırpınmanın sarhoşluğunda kendimizi kaybedebiliriz yeterince tedbirli olamazsak…
Bağımlılık dediğimizde ilk akla gelen Madde bağımlılığı, esrar, uyuşturucu madde kullanımı, haplar vb. alışkanlıklar geliyor. Bu alışkanlıklar nesli kuruturken, değerlerimizden uzaklaştırırken, toplumda yarattığı yıkım biliniyor.
Peki, diğer bağımlılıklarımızın ne kadar farkındayız?
Küresel ölçekte hızla yayılan farklı yaşam tarzları, toplumları dönüştürüp, küresel zevkler yaratırken, geçimimizi sağladığımız zorunlu işimiz/mesleğimiz dışında kalan zamanımızı nasıl değerlendireceğimiz yönünde; boş zaman deneyimlerine aşina kılıyor bizlere, biz farkına bile varmadan…
Gerçekte bize ait olması gereken hayatımızı hızla dönüştürerek, teknolojik yaşamların figüranı haline getiriyor. Televizyon, sinema, turizm, internet gibi küresel güçlerin (küresel eşkıyaların) yaygın kullandığı küresel araçlar tesirinde; beğenilerimiz, arzularımız, giyim, kuşam, yeme-içme alışkanlıklarımız, damak zevkimiz, hatta kullandığımız lisan, yaygın kullandığımız kelimeler, beden dilimiz, jestlerimiz ve mimiklerimiz bile küreselliğin rengine ayarlı şekilde dönüşüyor...
Yaşam tarzlarımız eskiye kıyasla hızla değişmekte, sanal alemde yaşıyormuşuz gibi farklı, istikrardan uzak bir boyutta seyreden bir yaşam tarzımız oluşmakta.
Gündelik hayatımız, “kes/yapıştır”, “kullan at” kültürünün çekim alanına girmiş durumda. Kalıcı, istikrarlı, kararlı tercihlerimiz değişkenliğin büyüsüne tutulmuş gibi. Başkası olmayı, kendimize/değerlerimizce yabancı yaşamayı tercih ediyoruz gibi.
Değerler sistemine dayalı bir kimlik ve duruş yerine işaret değerlerine göre satın alınan tüketim mallarıyla kimliğini ve duruşunu oluşturmaya yönelmiştir (Demirzen, 2010:104) günümüz insanı. Bu süreçte salt hazzı için yaşamaya odaklı bir nesil oluşmakta.
Haz, mutluluktan farklı olarak daha kısa ömürlü ve geçici olduğundan tüketiciler yeni haz arayışları içerisinde sürekli olarak tüketim yapma isteğindedir (Yanıklar, 2006:104). Tüketimi gerçekleştiren birey elde edeceği bu haz ile mutlu olacağına inanır, tüketime yatkın ve bağımlı hale gelir (Aydoğan, 2004:118). Satın alınan hiçbir ürün, tüketenin beklentilerini karşılamaz, hazzın azalması sonrası bir sonraki malın kendisinde yaratacağı hazza odaklandırır. Bu beklentinin bireyde değer haline gelmesi, kişinin hazzı için yaşar olması, bir yönüyle de tüketim bağımlılığını yaratıyor.
Bireyler kendi kimliklerini, statülerini ve kim olarak algılanmayı arzu ettiklerini satın aldıkları mallarla ifade etmeye başlamış, saygınlık, rahatlık, başarı, mutluluk, haz vb. duyusal memnuniyetleri tüketimle elde etmeye çalışıyorlar (Kırcı, 2014). Bu kültürel temelde değerlerini kaybetmiş, elinde veya üzerinde taşıdığı markanın sağladığı sahte bir şahsiyeti taşıyan bireyleri vitrine çıkarırken, kimliksizleşen, kişiliksizleşen insanın taşıdığı marka kadar değerli olduğu dünya yaratılacak.
“İnsan artık yaratılanların en şereflisidir” değeri değişirken, insan taşıdığı marka kadar değerli/şerefli olacağı yönünde, yeni ve ucube bir değer vitrine çıkıyor. Eğer eğitsel bağlamda doğru tedbirleri en kısa zamanda almaz, uygulamada başarı sağlayamazsak…
Küresel ölçekte iletişim araçlarına hâkim olan ve kullanan, medya aracılığıyla kullandıkları/verdikleri subliminal mesajlarla daha etkili oldukları tartışılmaz hale gelen ve bu yönde etkili olan güçlerin “Hedonizm”i (zevk/haz almak için yaşam anlayışını) toplumda yeni ve ortak değer kılmanın gayretinde olduklarını ve bu yönde küresel insan yaratmaya odaklandıklarını düşünüyoruz.
Hedeflenen küresel insanda, zevk ve haz için fanteziler, düşler ve imajlar çok önemli araçlar haline gelmiş ve toplum sonsuz ihtiyaç ve istekleriyle daha fazla tüketime ve sahip olmaya odaklanmış, kültürel temelde değerlerinin taşıdığı manayı yitirmiş, artık pekte önemsemeyen, hatta bu değerleri aşağılamayı üstünlük addeden yeni bir nesil olması…
Modernite sonrasında #popülerkültür ün "kadim inanç" sistemleri ile hızla kaynaşımı garip sonuçlar doğurduğunun farkında mıyız?
Bu hızlı değişim süreci; #Simya, #Kabala, #YıldızBilimi, #Fal, #Büyü ve #Yoga sistemlerinin yenidünyadaki yorumu yepyeni bir "kültürel eşiğe" işaret ediyordu… Sanırım gözden kaçırdık.
20. yüzyılın bilimci etiğinin "hayal edilen dünya hayaliyle uyuşmadığı" fark edilince, oluşturulan yeni "kutsal"a ulaşma kaygısı insanları "modernite öncesi disiplinlerin" kucağına bıraktı.
Bu yeni nesil, (new aga) 1980'lerin Amerikan kitle medyasından küresel yayılma gösteren, meditasyon, kanal olma (channelling), reenkarnasyon, kristaller, psişik deneyim, holistik sağlık, ufo gibi konulara ilgi duyan, meditasyon gruplarının çalışmalarına katılmayı, kitap, müzik, kristal ve tütsü gibi malzemeleri almayı, ruhsal rehberler ve şifacılara danışmayı yaşamın temeli kabul eden özellikleriyle dikkat çeker.
Bu süreçte tüketim döngüsünde tek kazanan olmak yönünde de inovasyon ürün diyerek, yarattığı marka bağımlılığı, lüks tüketim alışkanlığı yönüyle kendi titanlarını kurmak ve sürdürülebilir kılmanın amaçları olduğunu düşünüyoruz. Eğer, yeterli tedbir almaz isek…
Medya güçleriyle, subliminal mesajlarıyla, yarattıkları ve hızla yayılan yeni değerleri ve marka/lüks tüketim bağımlılıklarıyla bizleri biçimlendiriyor, ne düşüneceğimize de onlar karar veriyor… Farkında olmadan gönüllü, özgür kölelere dönüştürülüyoruz gibi…
Bu büyük fotoğrafın farkındalığı ile ailede başlayan, toplumun her katmanında büyük kabul gören sorunların çözümü yönünde, mevcut kurumlarımızın farkındalığı, çözüm yönünde yeterlikleri ve çözme yönünde samimiyetlerinin sorgulanması gerektiğini düşünüyoruz… Okullarımızın da fonksiyonları açısından değerlendirmesi gerekmiyor mu? (Devam edecek)
……………….
1. Aydoğan, F.(2004). Medya ve Popüler Kültür Üzerine Yazılar. İstanbul: Mediacat Yayınları.
2. Demirzen İ.(2010). Tüketim Toplumunun Oluşumu ve Din İle Etkileşimi. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 10 (3).
3. Kırcı, H. (2014). Hedonik Tüketim Davranışları Ve Toplumsal Etkileri, Paradoks Ekonomi Sosyoloji Ve Politika Dergisi.
4. Yanıklar, C.(2006). Tüketimin Sosyolojisi. İstanbul: Birey Yayıncılık.
5. Perkins D.N. (1999). The Many Faces of Constructivısm. Educational Leadership. 57(2), 354–371.
Metin AKGÜN
Eğitim Bilim Uzmanı
Eğitimde Kaliteyi Geliştirme Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
--