İnsan, çoğu zaman iki uç arasında sıkışıp kalmış bir varlık. Bir yanda geçmişin ağırlığı, diğer yanda geleceğin belirsizliği… Ne kadar uğraşsak da, ne kadar çabalasak da, aslında kontrolümüzün dışında kalan iki zaman aralığı. Geçmiş, artık dokunamadığımız bir fotoğraf gibi; solmuş renkleriyle hâlâ duygularımızı tetiklese de, onu değiştirecek bir gücümüz yok. Gelecek ise kapalı bir kutu; içinden ne çıkacağını bilmeden korkuyla, umutla, kaygıyla beklediğimiz bir bilinmezlik.
Oysa tüm bu karmaşanın ortasında, elimizde gerçekten sadece “an” var.
Bunu zihnimizle biliriz ama kalbimizle kabullenmek zaman alır. İnsanın en büyük savaşı da buradadır zaten: Zihnin geçmişte ve gelecekte gezinmesine rağmen, ruhun ısrarla bugüne dönmeye çalışması. Geçmişte takılı kaldığımız her an, aslında kendimizi zincire vurduğumuzun farkına bile varmayız. “Keşke”lerle ördüğümüz duvarlar bir süre sonra gerçekliğimiz olur. Bugünün ışığı, o duvarların arasından sızacak kadar güçlü değildir artık.
Gelecek ise… Hepimiz için hem umut hem endişe kaynağı. Ne olacağını bilmediğimiz için plan yapar, önlem alır, kendimizi güvende hissetmeye çalışırız. Fakat bütün bu çabalar, geleceğin gerçekten kontrol edilebilir olduğu yanılgısına dayanır. Oysa hayat en iyi bildiğimiz yerden vurur bizi: “Plan yaptığın anda.”
Tam da bu yüzden, elimizde olan tek gerçek zaman dilimi şimdidir. An, bize her gün sessizce kapı aralığından seslenir:
“Ben buradayım. Beni yaşa. Geçmiş gitti, gelecek gelmedi. Sen yalnızca ben varım.”
Anı yaşamak, yüzeysel bir anlayış değildir. Anı yaşamak; sorumluluk almamak, geleceği düşünmemek, geçmişi yok saymak demek değildir. Asıl mesele, geçmişi bir öğretmen olarak görmek; geleceği de bir umut olarak taşımak ama ikisine de yönetme hakkını vermemektir.
Asıl mesele, hayatı ertelememektir.
Hayatı ertelemek… İşte bu çağın en büyük hastalığı. “Yarın başlarım”, “Biraz daha zaman geçsin”, “İleride olur” cümleleriyle ömrümüzü kenara koyuyoruz. Oysa hiçbir yarın, bugünün garantisi değildir. Bir sabah uyanıp geriye baktığımızda, aslında yaşayamadığımız yılların izlerini görürüz. O gün, anın kıymetini anlamak için çok geç olabilir.
Bugün, neyi değiştirmek istiyorsak onun başlangıç çizgisi olabilir. Bir kararın, bir kırılmanın, bir iyileşmenin, bir kabullenişin ilk adımı… İnsanın gücü, “şimdi”de saklıdır. Şimdi attığımız bir adım, geçmişi yeniden tanımlar; geleceğin yönünü değiştirir. Ama bütün bunlar ancak “an” ile bağ kurduğumuzda mümkün olur.
Fakat bugünü yaşamak kadar, bugün kime güvendiğimiz de önemlidir. Güven, korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusudur. Bir insana, bir hayale, bir yola güvenmek… İnsanı ayakta tutan, güç veren görünmez bir bağdır. Ama unutmamak gerekir ki, çok fazla güven de tehlike doğurur. Çünkü insan, en derin yaralarını en çok inandıklarından alır.
Güveni doğru yere koymak ise hayatın en zor sınavlarından biridir.
Bizim kapasitemiz, çoğu zaman güvenimiz kadardır. Kendimize güvenirsek, adım atarız. Hayata güvenirsek, yol alırız. İnsanlara güvenirsek, bağ kurarız. Ama ölçüyü kaybettiğimizde, güven bir dayanak olmaktan çıkar; kırılgan bir zemine dönüşür. Bu yüzden güven, tıpkı zaman gibi hassas bir terazide tutulmalıdır. Ne eksik olmalı, ne fazla…
Belki de insanın en bilge hali, hayatın geçiciliğini ve güvenin kırılganlığını aynı anda kabul ettiği andır. Çünkü geçiciliği kabullenen, her saniyenin değerini bilir; güvenin kırılganlığını bilen ise kalbini koruyarak yaşamayı öğrenir.
Sonuçta, hayat biriktirme sanatı değil; fark etme sanatıdır.
Kimileri yıllarca yaşar, ama tek bir anı bile yaşamaz.
Kimileri kısa yaşar, ama bir anı bütün bir ömre bedeldir.
O yüzden kendimize sormamız gereken soru çok basit:
“Bu anı gerçekten yaşıyor muyum, yoksa sadece içinden geçip gidiyor muyum?”
Ve bir diğeri:
“Güvendiğim yerler, kalbimin taşıyabileceği kadar sağlam mı?”
Cevap ne olursa olsun, şunu unutmamak gerek: Geçmiş değişmez, gelecek bilinmez. Ama şimdi tam da şu anda elimizi tutan tek zaman dilimi. Ve belki de hayatın bütün güzelliği burada, bu ince çizgide saklıdır.