Prof.Dr.Bayram Altan

İslam'ın İlk Üniversitesi Ve Mus'ab Bin Umeyr(R.A) (1)

Prof.Dr.Bayram Altan

İnşasına bizzat Peygamber (S.A.S) Efendimizin katıldığı, “Mescid-i Nebi’ nin yapılış tarzında yeni bir dönemin başladığına işaret vardır. 
  Dikdörtgen şeklinde kerpiçten yapılan ve üzeri hurma dallarıyla örtülen Medine’deki bu ilk mescidin yanına bir SUFFE, bir de Resulullah’ın ailesi için birkaç küçük oda ilave edilmiştir.
   Mescidin bitişiğindeki Suffe’de  kalanlar, yalnız ilim tahsil ederlerdi. 
   Öğretmenliğini bizzat Peygamberimiz (s.a.v) Efendimizin yaptığı bu medresede ilk olarak 40 sahabinin (Ashab-ı Suffenin) ilim tahsil etttiği ve zamanla bu sayının  400’ü bulduğu  rivayet edilmiştir.
   Cehalet karanlığının ilim aydınlığıyla sıyrılmaya başladığı bir zamanda kurulan bu ilim yuvası, sıradan bir medrese değil, ileride bütün dünyaya ışık tutacak olan bir İslam Üniversitesi idi. Bu mütevazı ve nurlu üniversitenin Rektörlük ve Öğretim Üyeliğini bizzat Allah’ın Resulü yapıyordu.
  Müslüman olduktan sonra dünyanın gelip geçici zenginliğini, şan ve şöhretini elinin tersiyle bir kenara itip ebedi hayata talip olan genç sahabilerden Mus’ab b. Umeyr(R.A), de bu medresede yetişmiştir. 
   Mekke’ nin en güzel ve en zengin gençlerinden olan Mus’ab b. Umeyr(r.a), Peygamberimizin; insan ufkunu aydınlatan, zekasını geliştiren, ruhunu rahatlatan, kalbini tenvir eden, yolunu doğrultan, gönlünü mesrur eden, insanı zinde kılan sohbetini dinlemiş, o altın sözleri yıllarca ruhuna sindirmiş, hafızasına kaydetmiş ve böylece İslam’ ı tebliğ etmek üzere Medine’ ye gönderilen ilk öğretmen olma özelliğini kazanmıştır.
   Mus’ab b. Umeyr, güzel yüzlü, parlak alınlı, tatlı sesli, hoş sohbet bir gençti. 
  Güzel ve temiz giyinmesini bilen bu genç oldukça zengin ve itibarlı bir aile çocuğuydu. 
  Özel bir koku sürünürdü.  O kokuyu hissedenler, “İşte Mus’ab geliyor!” demekten kendilerini alamazlardı. 
  Anne ve babası onu çok severdi. Ve onun için her fedakarlığı göze alırlardı. Hele annesi onu öyle çok seviyordu ki bütün servetini onun emrine vermişti.
   İşte bu yüzden Mus’ab b. Umeyr, Mekke dedikodularının ve gece sohbetlerinin konusu olmuştu. Herkes onun güzelliğine, gençliğine, üzerine yakışan elbisesine ve baş döndürücü servetine hayrandı.
   Peygamberimiz(s.a.v) Efendimiz zaman zaman onun meziyetlerini sayar ve onu takdirle anardı. Zira Mus’ab, güzel huylu olduğu kadar ince, nazik, kibar ve hassas bir gençti. Diğer Kureyş gençleri gibi av meraklısı değildi. Yaşlıları gibi de para biriktirme hırsı yoktu.
   Bütün arzusu, güzel söz ve iyi muaşeret esasına dayanan sakin ve mütevazı bir hayat geçirmekti. 
   Bir sabah güneşin doğuşuyla birlikte Mekke sokaklarında Harem’e doğru giderken içini bir huzur kaplamıştı. Kendisinden, herkesten ve her şeyden memnundu. 
  Mekke’de, vücudunu ve fikrini kamçılayan ve hareketlendiren serin bir meltem rüzgarı esiyordu. Ruh ve cisimlerindeki bu enerjiyi harcamak ihtiyacını duyan iki arkadaş zümresine rastladı. Bunlardan biri ava gitmek için hazırlık yapıyordu. Diğeri ise, Mekke’de Suriye şarapları satan bir Rum’un eğlenceli meyhanesine gidiyordu. 
  Ava giden arkadaşları, onu beraberinde götürmek istiyordu. O genç avdan hoşlanmadığını söyledi. Diğerleri meyhaneye davet ettiler. Oraya da gitmek istemediğini söyleyip yoluna devam etti. 
   Mus’ab b. Umeyr, ne masum bir hayvanın kanını akıtmaktaki vahşi zevkten hoşlanıyor, ne de aklı kaçıran, iffet duygularını ayaklar altına alan içki alemlerinde tatmin oluyordu.
   Mabette, Kureyş mahfillerinde cereyan eden önemli  veya önemsiz  tartışmaları dinlemek daha çok hoşuna gidiyordu. 
   Mabede yaklaşınca kulağına sert tartışma sesleri gelmeye başladı. 
   Zevkli bir saat geçireceğini umarak daha hızlı yürüdü. O, Kureyş ileri gelenlerinin ciddi münakaşaları, şaka ve olayları kadar cazip görünüyordu.
   Mus’ab, bu topluluklardan birine yaklaşarak konuşulan şeyleri duyabileceği bir yerde oturdu. Meğer oradakilerin hepsi de yeni bir din getiren Peygamberden bahsediyorlarmış.
   Hepsi de ona karşı besledikleri kini ifade etmekte adeta yarışıyorlardı.
   O Peygamber, bunların alıştıkları eski dinlerini değiştirmek istiyor, eski düşünüş ve yaşayışlarını kötülüyor, fakirleri zenginlerin aleyhine kışkırtıyor ve etrafına her çeşit insan topluyordu.
   Bunlar arasında hayatından bezmiş hür insandan tutun da, sefil ve kölelere varıncaya kadar her türlü insan mevcuttu.
   İşin asıl tehlikeli yönü de şuydu:
   Bir sözüyle bütün bu insanların aralarındaki farkları kaldırmış ve hepsini birbirine kardeş yapmıştı. Evvelce birbirine karşı besledikleri nefreti kökünden koparıp atmış ve onları birbirlerine öylesine ısındırıp yaklaştırmış ki istese şehrin altını üstüne getirebilirdi. 
   Başına topladığı bu insanlara verdiği şimdiye kadar duyulmamış vaazlar, ne Mekke Kahinlerinin sözlerine, ne de Arap Hatiplerinin pazarlardaki nutuklarına benziyordu.
   Onu dinleyenler, sözlerine pür dikkat kulak veriyor, bazen yüzleri sevinçle gülüyor, bazen de kederden çehreleri bulanıyor, alınları kırışıyor ve sakalları döktükleri gözyaşları ile ıslanıncaya kadar ağlıyor, yürekleri parçalanıyor, vücutları titriyor ve seslerini hıçkırıklar boğuyordu.
   Onlara parlak vaadlerde bulunuyor, ümitler veriyor, nelerden sakınacaklarını ve kimden korkacaklarını öğretiyordu. 
   Ruh ve akıllar üzerindeki tesiri o kadar büyüktü ki, şayet Kureyş ile müttefiklerinin ve tabiilerinin bütün kopuklarını ve şehre yanaşmış olan bütün yabancıları ve maceraperestleri nüfuz ve cazibesinin tesiri altında bırakırsa, bunların yakın bir günde isyan ederek her şeyi devirip değiştirmeleri beklenebilirdi.
   Bu şiddetli tartışmalar arasında, herkes kendi mizacına ve tabiatına uyarak fikir yürütüyordu. 
   Kimisi öfkesine kapılmış, Muhammed(s.a.v) ile arkadaşlarının toplandıkları İbn-Ebi’l Erkam’ın evini başlarına yıkmak için müsaade ve Mahumoğulları kabilesinden yardım istiyorlardı. Bu kabilenin gençleri kendilerine yol gösterildiği taktirde bu işi yapmanın kolay olacağını iddia ediyorlardı.
   Kimisi daha yaşlı ve daha uzak görüşlü oldukları için geçmişten aldıkları ibretin ışığı altında ileriye bakarak Kureyş evladını birbirleri üzerine yürüterek birbirlerini kırmalarını istemiyorlardı. 
  Böyle düşünenlere göre, Kureyş; Araplar üzerindeki üstünlüğünü şura idaresine borçluydu. Karşılaştıkları güçlükleri önleme görevini belli sınıfların ya da grupların veya mutlak hükümdarların ya da şahısların zorbalığına terk etmeden “Nadi” denilen seçkin halk ve kabile temsilcilerinin meclislerine havale ediyordu. 
  Bu tarzda düşünenler Muhammed(s.a.v)’i barışçı vasıtalarla kazanmayı ve Muhammed(S.A.S) ile Kureyş’ in arasını bulmayı tavsiye ediyorlardı. 
  Bu arabuluculuk, bazı fedakarlıklar ve maddi külfetler pahasına olsa da, şiddet kullanılmasından iyidir, diyorlardı.
    Az ileride bu hararetli münakaşalara şahit olan genç, şiddetle tenkit edilen Muhammed(s.a.v) hakkında daha fazla bilgi edinmek amacıyla yerinden ağır ağır kalkıp mabetten dışarı çıktı ve doğruca Safa Tepesi yakınındaki Erkam’ ın evine gitti. 
   Mus’ab, mabedle bu tebşir(müjde) hareketinin merkezi durumunda olan evin arasındaki yolu kat ederken; onu sabah aydınlığında mabede sevk eden, kendisini avdan ve şaraptan tiksindiren, Kureyş nadilerine sürükleyen, daha sonra da Muhammed (s.a.v)’in vaaz ve müjdelediği eve doğru yürüten kuvvetin ne olduğunu kendi kendine sorsaydı, ne bu soruya cevap bulurdu, ne de kuvvetin mahiyeti hakkında bir şey çıkarabilirdi. 
   Fakat o, hiçbir şey düşünmeden ve kendisine herhangi bir şey sormadan yoluna devam etti. 
 NOT: Tamamı üç bölüm olan bu yazımın devami haftaya SALI  günü yayınlanacaktır. 
 

Yazarın Diğer Yazıları